23 Nisan 2015 Perşembe

THE DAYS OF BEING WILD


1990 Hong Kong yapımı Wong Kar Wai’nin ülkesinde gerçek anlamda tanınmasını sağlayan güçlü bir üçlemenin ilk basamağıdır. İlk basamak olmasına rağmen sağlam bir zemin üzerine kurulu film ileriki dönemlerde de Kar Wai’nin hangi sürprizlerle geri döneceğinin de samimi bir işareti gibidir. Filmin diğer bir önemli özelliği de sinematograf Christopher Doyle ile ilk çalışmasıdır.Kendisinin de ‘As tears Go By’ adlı filmden sonraki ikinci çalışmasıdır.

1960’ların sıcak bir yaz günü, kenarda kalmış pejmürde bir büfe, içinde çalışan bir kız ve soğuk bir şişe kola içmeye gelen genç ve kendinden emin bir çocuk. Amerikanvari bir açılış ve akabinde Yuddy (Leslie Cheung) nin kıza hayranlığı ve yakınlaşması ile başlayan melankolik havayı daha sonra destekleyen yılların kültleşmiş klasik gitar ustaları olan Los Indios Tabajaras’tan yürekleri dağlayan bir eser ‘Always In My Heart’ ile hep hatırlanacak ve yad edilecek büyük bir aşkın sembolize edilmesi. Kar Wai’nin sinemasının tipik karakteristiklerinden biri.

Yuddy, kadınlara düşkünlüğü ile bilinen, küçük bir bekar evinde yaşayan bir gençtir. Bir hayat kadını tarafından büyütülen Yuddy, gerçek anlamda annesinin kim olduğunu araştırmak ister ve adresi kendisini büyüten kadından alır ve yola koyulur. Ancak ondan önce birlikte olduğu iki kadının kendine tutkuyla aşık olmasına sebep olup onları yüzüstü bırakarak neden olduğu kalp kırıklıkları ve acıların içinde kendisi de gitgide yok olmaya başlar. Kadınlar konusunda gerçek bir sınav veren Yuddy, annesinden yıllar önce yediği darbeyi belki de birlikte olduğu kadınlarda da yaşayabileceği korkusuyla ve hiçbir kadına gerçek anlamda bağlanamama acısıyla yaşamını sürdürür.

Yuddy’nin içsel sorunu kendi içinde o kadar sarmal bir hal alır ki artık kabuğundan sıyrılır ve yaşadığı yerden uzaklaşıp Filipinler’e gelir. Amaç hem uzun zamandır aradığı annesinin izine burda rastladığı hem de meteliksiz kaldığı sırada küçük bir pansiyonda yanına sığındığı şu aşıklarından birini evine kadar getiren polis memuruyla aynı kişi olan ancak bu kez denizcilikle uğraşan Tide (Andy Lau) ile ironik bir karşılaşma yaşar. Kar Wai buradaki sıradışı anlatımıyla hayatın ne kadar acımasız bir boyutu olsada garip enstantaneler ve ilginç karşılaşmalar bizi unutmaya çalıştığımız belki acı dolu hatıraları ironik bir şekilde peşimizden getirdiğimiz gösterir.

Ardında bıraktığı savrulmuş hayatların hangi kıyılara vurduğunu melankolizmi yüksek bir ayarda veren yönetmen, bunlara sebep olan ana karakterini kendi mekanizmasıyla yüzleştiriyor ve onun da savrulduğu ve kanadığı yaralarını ara ara deşiyor. Aşık kadınları oynayan biri büfe işletmecisi diğeri bar kadını rolündeki Magie Cheung ve Carina Lau mükemmel bir oyunculuk sergiliyorlar. Arka planda Andy Lau ve Tony Leung’u da unutmamak lazım keza her ikisi de üçlemenin devam filmleri olan ‘In the Mood for Love’ ve ‘2046’ da da mükemmel birer performans sergileyecekler.

Jean Paul Sartre’ın ‘No Exist’ kalıplarının içinde dolaşan film estetik bir varoluşsal sendromları da peşinden getiriyor. Yuddy’nin belki de hiç yaşamadığı elzem bir noktada kendini günah çıkartan bir ölüm müeyyidesi olarak görmesi final sekansını süsleyen noktalardan birisi. Ayrıca son iki dakikasında beliren Tony Leung’un kısa ama metaforik oyunculuğu zirve yapıyor. Leung’un az ancak diğer üçlemeye katkısı olacak görüntüsü tamamen sığ ve diyalogsuz veriliyor. Elinde bir tomar parayı sayıp şık bir kıyafet giyerek saçlarını tıpkı Yuddy gibi arkaya doğru tarayıp dışarı çıkması kimbilir yine farklı bir zamanın içinde varolan bir erkeğin saatinin geldiğine işaret eder olabilir.

Zaman ve saat metaforları Kar Wai için vazgeçilmez bir bütünsellik yaratır. Bu bütünselliğin ayrılmadığı melankolik ve acı çeken karakterlerin dağınık hayatları ve fırtına sonrası sessizliğin içinde hala can çekişmeleri. Belki içki ile değil ama aşk ve müzik ile sarhoşluğun derinlerine inen arabesk bir fötr şapkanın el değiştirdiği tenha Hong Kong sokaklarında, sokak lambalarının vurduğu isimsiz kahramanların duvara yansıyan yetim gölgeleri gibi

4 Nisan 2015 Cumartesi

STRAW DOGS

Sam Peckinpah’ın 1971 yapımı şiddetin nevrotik yansımalarını bütün çıplaklığıyla beyaz ekrana taşıyan filmi ‘Straw Dogs’, o yıllardan 2000’li yıllara kadar gösterimi yasaklanmış ve birçok kitle tarafından farklı şekilde yorumlanmış bir filmdir.

İlk etapta karakter analizi yaparsak 37 yaşlarında çiçeği burnunda bir Dustin Hoffman, kültürlü, kibar ve pesimist bir matematik profesörü olan David Sumner karakterine hayat veriyor. Eşi Amy ise onun tam tersi dışa dönük, kendine güvenen ve optimist bir karakter olarak öne çıkıyor. Karakterler arası doksan derece farklılık yönetmenin özel bir tercihi olsa gerek zira kendi içlerinde var olmayan taraflarının yansımalarını seviyorlar. David, Amerika’nın keşmekeş hayatından sıkılıp İngiltere’nin küçük bir kasabasına kaçan yorgun ve huzur arayan bir bireyken beraberinde gelen Amy ise kasabanın dar alanında sıkışıp kalmış aktif bir kadındır.

Peckinpah, Hoffman da erkeklik olgusunu tartışırken Amy de ise kadınlığın uçlarını ve psikolojisini tartıyor. Basit bir aile, küçük bir kasaba, sıradan insanlar. Bu bireylerin içine şiddet aşılandığında bireyler bundan nasıl etkilenir ve müspet sonuçları ne olur? Peckinpah’ın özellikle  cevap aradığı nokta budur. Şiddet bizim bildiğimiz tabiriyle değil tam tersi bu filmde olmayacak köşelere yerleştirilmiş birer mayın gibi. Kötü adamlar belli. Onların kovaladığı ve şiddete ittiği insanlar sonuna kadar mücadele ediyor ancak bir yerden sonra dönüşmeye başlıyor. Dönüşen birey kötü birey tarafından algılanıyor. Ve birden adeta köpek dövüşüne benzeyen bir ortam oluşuveriyor.

Amy’nin alımlı duruşu ve baştan çıkarıcı vücuduna yeterince karşı koyamayan işçilerin bir gün beraber ava gittikleri David’i av esnasında meşgul eden iki işçi diğer ikisinin bir ara eve gidip Amy ile beraber olmasına salık verirler. İki işçinin kollarında tecavüze uğrayan Amy, bir yandan içine düştüğü şoku dışa vururken diğer yandan işçilerden birinin kollarında gerçekten zevk alan bir kadın izlenimi vermesi de ters köşedir. Kendi kocasında görmediği gerçek erkek kavramının içinde sakladığı yansıması bir anda ortaya çıkar ve sanki isteyerek beraber oluyormuş gibi hissettirir. Oysa ki bu tecavüzden hiçbir zaman haberi olmayacak olan David, bu sessizlikle yaşayacak olup kendi kavramlarını hem erkek hem eş hem de kültürlü bir profesör olarak tekrar gözden geçirecektir.

Peckinpah, filminde şiddete karşı durduğunu şiddetle gösterse de aynı şekilde şiddetin de hayatımızda var olduğunu ve gerekli zamanlarda kulanılması için hazır ve nazır beklediğini sembolize etmektedir. Sakin bir bireyin bile içini kazıdığımızda mutlaka şiddetin ayak izlerini görebileceğimiz bir perspektif yaratan yönetmen, naif David karakteri üzerinden anlatmak istediği nokta da budur. İnsanın bastırılmış id sanrılarını tetikleyen bir neden, o insanı küçük masum bir  çocuk olsa da büyük bir canavara dönüştürmesi için hiçbir engel yoktur. Sıkıştırılmış kişilikler bir yerde dışavuran şiddet unsuru hale gelirler. Ve şiddet öyle bir kanserdir ki tetikleyici bulduğunda dışarı çıkmaya çalışan şımarık bir çocuk gibidir ve birey onu bu saatten sonra asla durduramaz.

David’in Amerika gibi yaşanması zor ve insanların küstah olduğu iddia edilen bir yerden gelmesi o küçük İngiliz kasabasında adaletin bile sağlanamadığı yerde algılanamaz. Şiddeti sadece reklam aralarında gördüğünü söyleyen David’in kendi gözleriyle bu küçük İngiliz kasabasında görmesi de bir hayli ironiktir.

Yönetmenin sorguladığı bir nokta da ahlak olgusudur. Kendi kız kardeşlerini kaçırmasından sorumlu tuttukları  özürlü bir pedofil hastası Henry’nin peşini sürerken kendi oğullarının Amy’ye bizzat kendi evinde tecavüz etmeleri de enteresan bir ters köşedir. Zira kendi ahlaksızlıklarını ahlak yargılarıyla kapatmaya çalışan bir grup insanın üzerinden basit bir geçişle sorgulanan ahlak mentalitesi Amerikadan gelme kültürlü bir birey algısını ne kadar bozabilir veya bozamaz fonksiyonunu derinleştirir.


Köpek nesnel olarak illüstre ettiği bireyi vahşi bir tarafa getirmiş ve insani özelliklerin dışarda kaldığı hayvani içgüdülerin dışa çıktığı bir dünya  resmi çizilmiştir. Köpeklerde dişi olan güçlü ve cinsel olarak aktif keza saldırgan olanı tercih eder. Erkek köpek ise salgıladığı sıvılarla ve idrarıyla belirlediği bölgeyi mesken edinir ve orayı ne pahasına olursa olsun korur. 

24 Mart 2015 Salı

PATİKA -ONUR YAĞIZ





Doğanın samimi kucağına yatırılmış eşsiz bir mekanında dingin bir özleyiş masalı Patika.

Kilise çanlarıyla açılan kadrajın iç bir oğulun iç sesiyle dinginleşen bir odaya ve oradan da bisikleti hazırlayıp binmeye başlayan bir babaya akan görüntü, bisiklete sırasıyla binen ama bir türlü beraber binemeyen bir baba oğulun yakınındayken bile özlem duyduğu birlikteliği yaşama ritüeli, toprak kokusu, ormanın bakir horultularıyla birleşince sinematografik bir görsellik ortaya çıkmış.

Oğulun babasına olan yaklaşımları ve bunun için gösterdiği çaba, içindeki mekanikleşmeyi bastırıyor ve birbirini statik bir bağla bağlayan bisiklet metaforunu sanki güçlü ve herşeyin ötesinde bir düşmanmış gibi gösteriyor. Bir yerden bir yere hareket etmek amacıyla kullandıkları bu bisiklet baba ile oğulun arasına çöreklenmiş bir uyarıcı gibi her daim geçtikleri Patika'da aralarına bir mesafe katıyor.Bisiklet ayrıca anneden kalma bir anıyı ve özlemi de sembolize ettiği için ayrı bir önem taşıyor. Ancak anneyi yaşatacak bir anıya değil babanın varoluşcu sempatisiyle sıcaklık bulan bir oğulun iç sesi kendi dünyasındaki derinliği yansıtıyor.

Babanın içtiği bir sigara kadar bile yakın olabilmenin hasretliğinde olan oğul, babanın kullanamadığı arızalanan çakmağını bile onarmayı deniyor ama nafile uğraştığını anlayınca sinirlenip onu tabiat ananın bağrına fırlatıveriyor.

Bisikleti toprağa gömerek aralarıındaki yanyana yürümeyi düşünen oğul, bisikletten ayrı aldığı farını da aralarındaki sahte karanlığı aydınlatmak için kullanıyor. Öyle ki doğanın baba ve oğula en büyük sürprizi onları kendi sonbahar yağmuruyla vaftiz edip ikisini de karanlık bir tünele hapsetmesi.Ki bu hapis onların günlerce ulaşamadıkları yakınlıkları ve paylaşamadıkları o samimiyeti hissetmeleri için de biçilmiş bir kaftan oluveriyor.

İlk ateşi oğul yakıyor. Oğulun yaktığı bu ateş ile baba sigarasını tüttürüyor. Ateşi yakıncaya kadar iki farklı lisan ile aralarında süregelen yabancılaşma artık yerini baba ile oğul arasında olması gereken samimi bir dile bırakıyor.

Yönetmen Onur Yağız'ın yalın bir dille natüralist bir simetri anlayışıyla kotardığı ilk filmi Patika, birçok festivalde gösterilme fırsatı bulmuş ve övgüler almıştır. Bence de kısa film üzerine yapılmış en nadide örneklerden birni temsil eden Patika, sersemletici derinliği ve minimal coşkunluğu ile seyre değer bir yapıt.

Yönetmeni Onur Yağız ile Patika ve sineması üzerine konuştuk,

Sinemaya ilk adım atmanıza neden olan faktör nedir?

Tiyatro. Ben ilk başta oyuncu olma hayalini kurmuştum.

Nasıl bir yönetmendir Onur Yağız?

Bir filmle maalesef yönetmen olunmuyor. Karakter olarak, çalışkan, bazen tembel, ama mükemmeliyetçi bir yapım olduğunu söyleyebilirim.

Fransa'da ne zamandır yaşıyorsunuz? Fransa'da kaldığınız süre zarfında sinemasal anlamda size getirileri neler oldu ?

Ben Fransa’da doğup büyüdüm. Fransa’da yaşamanın sinemasal getirilerinden çok isçi gurbetçi çocuğu olmanın getirileri oldu bana. Ve bunlardan en önemlisinde iş ahlaki diyebilirim.

Patika adlı yapıtınızın ortaya çıkış hikayesi nedir ?

Belirli bir çıkış hikayesi yok aslında. Hayattan, yaşanmışlıklardan ilham alıyorum.

Patika özgün bir yapıya sahip hikayemi yoksa yaşanmışlıkların toplandığı bir duygu ritmi midir ?

Kurmaca olduğu için yaşanmışlıklarla beslenmiş özgün bir yapıya sahip bir hikayedir diyebilirim.

Baba ile oğlun arasındaki psikoloji hakkında konuşalım. Oğulun özlemişlik durumunu babanın soğukkanlı ve belirgin olmayan sevgisiyle birleştirdiğimizde ortaya çıkan bir mesafe var. Bu mesafeyi belirleyen midir Patika ?

Açıkçası, filmin yönetmeni olarak, analizini yapmam ne kadar uygun olur bilemem. Ama baba ve oğul arasındaki mesafeyi simgeleyen en önemli unsur patikadır diye düşünüyorum.


Filminizi izlerken yıllar önce izlediğim Semih Kaplanoğlu’nun ‘Bal’ filmi geldi aklıma. Babaya karşı duyulan sevgi, derinlerde ulu bir aşka dönüşürken film otomatik olarak masallaşıyor. Bu ritm sizin filminiz de de var. Çehovyen bir masalın pastoral bir yansıması diyebilir miyiz ?

Çehov’u zevkle okuyorum, ama her filme çehovyen veya dostoyevskiyen yakıştırması yapılması beni tedirgin ediyor. Ben öz güveni gayet yerinde olan biriyim ama, sinemada çehovyen bir kisa film çekebilmem için daha kırk fırın ekmek yemem gerektiğini unutabilecek kadar egoist değilim.

 Mekan olarak neresi ve neden bu seçim yapıldı? Baba ile oğul şehir içinde aynı hikaye ile yansıtılsaydı nasıl bir etkisi olurdu ?

Mekan seçimi duygusal bir seçim oldu. Doğup büyüdüğüm yerde çektim ilk filmimi. Ve ayni hikaye şehirde geçmiş olsaydı başka bir film olurdu.

Çekimler ne kadar zamanda sona erdi. Çekimler sırasında karşılaştığınız veya paylaşmak istediğiniz bir anınız var mı ?

Yanlış hatırlamıyorsam çekimler altı gün sürdü. Her çekimde olduğu gibi güzel ve kötü anılarımız oldu. Filmin kendisinden çok, ben bu anıları seviyorum aslında, çünkü neticede film iyi de olsa, kötü de olsa, beni duygulandıran şey onun samimiyetine inanan birilerinin olması.


Baba ile oğul arasındaki diyaloglara ara sıra oğlun Fransızcayı seçerek devam etmesi her iki tarafı farklı bir noktaya taşımış. Baba ve oğul arasında kimyasal ve fiziksel farklılıklar yaratmış. Bu konuda söylemek istediğiniz bir şey var mıdır ?

Öncelikle bu konuya değindiğiniz için teşekkür ediyorum. Benim için iki farklı dil konuşmak çok olağan bir durum olduğu için bununda filme yansımasını istedim. Oglun iki dil arasında gidip gelmesi ise, babayla oğul arasınındaki mesafeli ilişkiyi pekiştiriyor.

Patika bütçe olarak ne kadara mal oldu ? Herhangi bir destek aldınız mı ?

Film için Fransa’da çeşitli fonlardan yararlandık. Bütçesi Türkiye şartlarına göre ekstrem sayilsa da, Fransa şartlarına göre ortalama diyebiliriz.

Onur Yağız sinemasından bahseder misiniz? 

Sanatın, insanı insana kavuşturan en kısa yol olduğununa inanıyorum. Şimdi bu yolun henüz başindayken, bir Onur Yağız sinemasından bahsetmek çok erken.

 İlerideki projelerinizden bahseder misiniz?

Bir aksilik olmazsa, bu yıl ikinci kısa filmimi çekmeye hazırlanıyorum.

23 Mart 2015 Pazartesi

ANTALYADAN BİR KISA FİLM FESTİVALİ GEÇTİ!!


Antalya'da Atatürk Kültür Merkezinde 21 Mart akşamı Antalya Rotary Klübün yanına birçok sponsoru da alarak düzenledikleri kısa film festivali Rofife bu yıl 7.ci yaşını kutladı.

Kısa film olgusunun çok nadir yaşandığı yerlerden biri olan Antalya'da bu tarz organizasyonlar aslında samanlıkta iğnedir o yüzden Rofife 07 gerek uluslararası ayağıyla gerekse ulusal boyuttaki kısa film olgusunu tek bir çatıda toparlayıp uyum içerisine getirerek sanat adına çok hakeden bir tutum sergilemiştir.

Ülkemizde bilindiği üzere kısa film ve kısa filmcilere verilen değer ve destek maalesef kollektifleşen uzun metraj film ve filmcilerin gölgesinde kaldığı için daha geriden ilerliyor. Her ne kadar Avrupa standardı üzerinden hareket ettiğimiz söylense de bence o mertebe bizim için biraz hatta epey uzak gözüküyor. Acımasız olmak istemem ama parmaklarım daha ılımlı cümleleri yazmamda bana yardımcı olmuyor. Madem Antalya'da böylesine güzel bir etkinlik yaşandı ben de kısa film festivali üzerinden hem kısa filmcilerle olan söyleşilerimden onların çıkmazlarına biraz değinmek hem de kısa film de ülkemizde nereye geldiğimizi göstermek istiyorum.

Herşeyden önce kısa film yapmak ayrıca bir sanattır demeliyim zira gerek senaryo taslağından tutun oyuncu seçimi ve fonlarına kadar herşeyiyle istikrar ve fedakarlık isteyen büyük bir iş. Şimdi tamam ama uzun metrajda da aynı temaşa var diyecekseniz. Evet haklısınız ancak uzun metraj da bu yolculuğun sistematik bir algısı var ancak kısa da bu algı hava da kalıyor ve bir türlü onu biryere oturtamıyorsunuz. Sektörel döngü her zaman uzun film odaklı bir marjla çalışırken kimse kısa filmin yüzüne bakmıyor o yüzden bir tencerede 3 çeşit yemek pişirmeyi öğrenen kısa filmci ekonomik bir öğün şeması hazırlayıp dengesini tutturmaya çalışıyor.

Tam bağımsız kavramı daha netlik kazanıyor bu sektörde git gide. Senaryonuz sizin karakteriniz olduğu için bu karakteri bozacak, değiştirecek veya ortak olacak her türlü etmen ne kadar bir taraftan finansal eksikliği giderse de diğer taraftan bir çok şeyi de götürüyor. Elinizdeki saf senaryo katmanlaşıp dönüşüyor ve sizin teninizle veya hücrelerinizle aynı veriyi vermeyen farklı bir otomasyona giriyor.

Ülkemizde maalesef kısa filmin bu denli diplerde dolaşması ve farkındalığının olmaması aslında en üstten başlayan bir yanlış. Bir yönetmen her halükarda kısa bir film ile yolculuğa başlıyor sonrasında hemen uzun metraja sıçrıyor. Akabinde hep uzunla devam ediyor. Halbuki bu yönetmenlerin en az 2 yılda bir kısa film çekmesi veya kısa filmcileri setlerinde asistan olarak kullanmaları keza bu sayede onların boşluklarını kapatıp yetim kısa film kavramını bozmaları ne kadar da iyi olurdu!

Yurtdışında, bu pek bilinmez ama pekçok yönetmen bu sistemi uyguluyor. Sinema okulda öğrenilip yapılacak bir sistem değildir asla. Sinema gökkuşağı gibidir. Her renginde ayrı bir hava her yansımasında ayrı bir döngü vardır. Aldığı doneyi nerede kullanacağını bilemeyen bir sinemacı olamaz. Örneğin David Cronenberg ve Atom Egoyan iki Kanadalı yönetmen, setlerinde mutlaka kısa film yapmış öğrencilerden birkaç tane bulundururlar, neden mi ? Kısa filmcilere staj olanağı sağlamak için keza böylesine bir çalışma programı güçlü bir referans ve motivasyon demektir. Oysa ülkemiz sinemasıyla kıyaslandığında bu oldukça farklıdır. Bırakın kısacıları setlerde çalıştırmayı kollektif olma ve işi finansal kaygı ve bireysel egoya dönüştüren birçok yönetmen şu an tek tabanca kişisel sinema yapmaktadırlar. Bireysel sinema anlayışının öldürdüğü kollektif düşünce beraberinde kollektif çalışmayı da etkiler.

Neyse ki bu gibi eksilerin yanında ülkemiz kısa filmcilik alanında yeni yeni gelişmelerde yaşıyor. Bunlardan biri de kısa filmlerin gösterilip sahiplerine telif ödeneceği ilk kısa film sineması 'Karınca Sineması'nın açılışı. Bu Türkiye'de bir milattır. Devamının gelmesini de ayrıca umut ediyorum.Kısa filmcilere sağlanan destek fonlarının da ağır adımlarla genişlemesi de beni ayrıca heyecanlandıran noktalardan birisidir. Kısa film geleneğinin ve kısa filmcilerin muhatap alınması ve desteklenmesi 90'lı yıllara kıyasla epey ilerlemiştir ancak şöyle de bir durum ortaya çıkmıştır; her kısa film festivali maalesef kısacıları tam anlamıyla destekleme veya kayırma değil de onlar üzerinden nemalanma ve prim yapma olgusunu da doğurmuştur.Böyle çirkinliklerin içerisinde elbette bir gün bu tarz kara sayfalar olmayacaktır.

Gelelim Rofife 07 uluslararası kısa film festivaline. Sayın Süreyya Gürgan'ın önderliğinde ilerleyen ve altyapısı aylar önceden hazırlanan festivale yurt dışı ve yurt içinden kurmaca,deneysel,animasyon ve belgesel kategorilerinde  321 kısa katıldı. Katılımın pek de yoğun olmadığı festivale onur konuğu olarak sinemasın duayenlerinden Ahmet Mekin, Ercan Kesal,Aytekin Çakmakçı ve İpek Tuzcuoğlu katıldı. Ercan Kesal ve Aytekin Çakmakçı'ya festivalde Sinema Emek Ödülleri verilirken Ahmet Mekiin'e Ustaya Saygı Onur Ödülü takdim edildi.

2014'ün en çok beğenilen ve ödül rekortmeni kısalarından Orhan İnce'nin 'Adem Başaran' ve Cüneyt Karakuş imzalı 'Suret' adlı filmleri festival başında Jüri Özel Ödülüyle ödüllendirildiler.

Kurmaca dalında Tufan Taştan imzalı 'Vitrin', Derya Durmaz imzalı Ziazen ve Resul Sakınmaz imzalı 'Suyun Öte Yanı' mansiyon ödülüyle yetinirken, 3.lük ödülü festivalin onur konuğu ülke olan Azerbeycan asıllı Sergey Pikalov'un geçtiğimiz yıl Cannes Short Film Official Section da gösterilen ilk Azeri kısa filmi olma özelliği de taşıyan 'The Last One' adlı film aldı. 2.lik ödülü yine yurtdışına, Fransa'ya gitti. Fabrice Bracq imzalı 'Dad in Mom' adlı yapıt gecenin ikinci uluslararası kazanan ülkesi oldu. Zafer ise Kıbrıs Rum Kesimine, '5 ways to die' adlı yapıtıyla kadın yönetmen Daina Papadaki'ye gitti.

Belgesel kategorisinde Remzi Kazmaz imzalı 'Fırtınalı Günler' ile Mustafa Karakaya imzalı 'Bir Şehrin aşırı acıklı hikayesi' adlı yapıtlar mansiyon ödülleri alırken, 3.lük İzgicem Al imzalı 'Mecbur'a, 2.cilik Furkan Özdemir imzalı 'Gizli Engel'e, 1.cilik ise Yavuz Selim Taşçıoğlu imzalı ' Varosha-Hayalet Şehir' ile Rıdvan Yavuz'un 'Kar Tutan Çocuklar' adlı yapıtlarına gitti.

Animasyon kategorisinde mansiyon ödülleri yine iki yapıta gitti. Amit Katz imzalı 'Sound of Longing' ve Orhan Umut Gökçek imzalı 'Vakitsiz Horoz'. 3.lük ödülü Osman Çubukçu ve Önder Menken imzalı 'Kök' adlı yapıta giderken, 2.lik Seçkin Yalın'ın 'Akdenizli'sine, 1.cilik ise Serdar Çotuk'un 'Merdivenler' adlı çalışmasına gitti.
Deneysel kategoride değerlendirilen filmlerden ise mansiyon ödülü Cem Uçar'ın 'Sekiz' ile festivalde  Umut Subaşı'nın 'Pudrasız' adlı yapıtına gitti. 3.lük ödülü Veysel Çelik imzalı '301'e giderken 2.cilik ödülü Irmak Karasu imzalı 'Edifice' ve 1.cilik ise Bilgi Diren Güneş imzalı 'Natürmorg' adlı yapıtlara gitti.

Yakında yeni uzun metraj filmi 'Terkedilmiş' ile prömiyer yapacak olan yönetmen Korhan Uğur'un küçük kızı Nisan Uğur'a ait 'Zinko' adlı yapıta da Rofife 07 Teşvik Ödülü verildi. Nisan Uğur gecede ödül almış en küçük yönetmen olma mutluluğunu da beraberinde yaşadı.
Çanakkale savaşının 100.yılınında işlendiği festivalde bu başlık altında  İnsanlar ve Kültürlerarası Diyalog ödülü iki ayrı yapıta verildi.Derya Durmaz imzalı 'Ziazen' ve Onur Kıratlı imzalı ' Doğumdan Ölüme Barış' bu ödülü paylaştı.

Sosyal Sorumluluk projesi özel ödülü ise geçtiğimiz sene 'Baba' adlı yapıtıyla ses getiren Soner Sert'e gitti.

Bir festival daha bu şekilde sona erirken umuyorum ki daha nice festivallerde kısa filmciler hak ettikleri yere ulaşacaklardır.Rofife 07'de emeği geçen başta komite başkanı Süreyya Gürgan'ı ve bu heyecanı kısa filmcilere yaşatan Rötary üyelerini kutluyorum.

4 Mart 2015 Çarşamba

PERSONA

Derinlik psikolojisinin üç büyük ustasından biri olan Carl Gustav Jung’un ortaya attığı, bireyin günlük yaşamdaki ihtiyaçlara olan tavrını simgeler Persona. Türkçe manası maske anlamına gelir. Toplumdaki her bireyin çocukluk sonrası belirli roller alarak kendilerini kamufle ettikleri bir dünyaya merhaba demelerinin altındaki maskedir işte bu. Her personanın altında mutlaka gerçek karakter mekanizması yatar elbette ancak insan birey olarak toplum psikolojisinin içinde kendine bir nevi savunma stratejisi belirler ve kendine uygun bir personayı giyer. İşte Bergman ustanın filminde altını çizdiği yegâne faktör de budur.

Sinema tarihinin en önemli filmlerinden olan ‘Persona’, sonrasında yapılan birçok filmi de derinden etkilemiş bir Bergman başyapıtıdır. Bergman’ın bu projeye girmesindeki en önemli etken de 1965’te geçirdiği iç kulak enfeksiyonu olmuştur. Bergman hastalandığı süre içerisinde sürekli olarak, hatta uyurken bile baş dönmesi yaşar. Başında bir bantla haftalarca yatağa bağlanan Bergman, doktorunun tavana boyadığı bir noktaya bakarak baş dönmesini önlemeye çalışır. Ama her bakışta oda fırıldak gibi dönüyormuş hissine kapılır. Bergman tavandaki noktaya konsantre olarak iki yüzün birbirine karıştığını hayal etmeye çalışır ve bu ona biraz olsun yardımcı olur. İyileştikten sonra pencereden dışarı bakar ve bankta oturan hemşire ve hastayı görür. İşte bu değerli başyapıtın tohumları da ilk defa orada atılmış olur.

Günümüzde de örneklerini farklı türde filmlerde izlediğimiz ünlü sanatçıların sanat dünyasında git gide geriledikleri ve gözden düştükleri bir dönemde merkezi kriterlere indikçe her birinin amnezik sancıları olduğu görülür. Her birinin yanlış ve eksik bir geçmiş dönem sorgulamaları olduğu gibi bunları kuvvetlendiren duygusal boşluklar ve histeriler yaşamaları gitgide sınır çizgisine geldiklerini de gösterir. Toplumda maskelenmiş insanların kimi zaman yaşadığı depresif ve nevrotik sıçramalar, onların bir anda farklılaşıp kabuk kırmalarına sebep olabilir. Ayrıca bazıları kendi personasıyla özdeşleşir, yani maskelediği sahte karakterini benimseme yoluna gider ki bu da onu içinden çıkılmaz kuytu bir yalnızlığa ve korkuya iter. Kendi gerçekliğini kaybeder ve başka bir kişiliğin rolünü alır.
Bergman, Persona analizi yapmadan evvel algı bozulmasını kurgu yanılsamasıyla beraber çizgi dışına taşımış ve ölü insanlardan yakın plan çekimler ile çocuk masumiyetinin deliksiz rahatlığını kullanarak, pasif bir annenin yüzü üzerinde dolaşan bir haşere gibi kadını, kişiliği ve karakteri bizzat delik deşik etmiştir.

Kendi geçmişinde yaptığı hataları bastırmak için susan ve hastaneye yatan ünlü sanatçı, kendisine bakmakla yükümlü olan sıradan bir hemşire ile aynı çatıda kalarak kendi yabancılaşmasını unutmaya çalışır. Ne var ki suskunluğunu benimseyen hemşirenin gün be gün kendi özel sırlarını paylaştığı bir anlamda manevi bir sırdaş veya kız kardeş haline gelen aktris, doktora yazdığı mektupta bahsettiği hemşireyle ilgili düşündükleri hemşirenin zarfı açıp gerçekleri okuduktan sonra olay farklı bir boyut kazanır. Filmin ivmesini hızlandırdığı gibi psikolojik analitiğin alt metinlerini de sarsan bu başlangıç, hemşirenin aktrise bakışını negatif tarafa çeker ve ona karşı gizli bir düşmanlık hissetmeye başlar. Kendi yüzünün ona ne kadar benzediğini düşünürken yolda arabayı durdurup göldeki yansımasına baktığında ne kadar farklı olduğunu anlar. Her gün hemen hemen her vakit konuştuğu, olmak istediği bu sanatçıya artık saygı duymaz ve aksine onu konuşturmaya çalışır.

Rollerin değiştiği sırada hemşire, artık kız kardeşi veya olmak istediği güzellikteki o sanatçı gibi değil onun eksiklerini ve kusurlarını her daim yüzüne vuran bir nefer ve onu konuşturmaya çalışan bir hemşireye dönüşür.

Filmin geneline bakıldığında zaman ve mekan kavramına rastlanmaz. Bir hastane odası ve orada tedavide tutulan Elisabeth (aktris), sanki kendisine radyodan dinletilen piyes ve televizyondan seyrettirilen yakılan bir rahip onu analiz etmek için kullanılan deneysel faktörler gibi duruyor. Bergman da zaten sesini kısmış bir sanatçının ruhundaki acıya toplu iğneler batırarak onun içindeki sakladığı ve kendini gitgide boşluğa sokan nefreti dışavurmaya çalışıyor. Hatta ardından hemşire ile sanatçıyı toplumdan izole olmuş bir eve kapatarak her ikisininde sınırlarını yokluyor. Labaratuar faresi gibi gizlice bıraktığı labirent panellerden kurtulan ve kurtulamayan denekleri gözlemliyor.

Bergman, bu yapıtında Jung ekliptikleriyle oynayarak bireysel bir hastalığı masaya yatırıyor ve ameliyatı herkesin önünde çırılçıplak yapıyor. Derinlik psikolojisinin alt katmanlarını eşelerken ortaya çıkan ruhun kasvetli karanlığını öyle gerçekçi resmediyor ki iki kadın karakterin birer dönüşüm süreci içine girmesini ve bu macerayı tüm psiko dinamikleri kullanarak adeta delik deşik ediyor. Ortaya da tadından yenmeyecek yıllar boyu tekrar tekrar izlenecek bir başyapıt çıkıyor.


20 Şubat 2015 Cuma

ADEM BAŞARAN (ORHAN İNCE)

 Adem Başaran aslında bir başarı hikayesi özünde. Mesut Başaran’ın nice zorluklarla başardığı ekmek parası ve başaramadığı ve sürekli askıda asılı okul elbisesi gibi hep bir yerlerde bırakılmış bir amaç birbirine ters köşe Mesut’un hayatını oluşturmaktadır.
Babanın ölümüyle göç etmek zorunda kalan aile tek göz bir odada bir ev bulur ve bütün çocuklar ve anne aynı odada yatıp kalkarlar. Yakın akrabalarının yardımlarıyla ayakta kalabilen aile, okula giden Mesut’un omuzlarına kendisinden büyük bir yükü bir anda koyuverir ve Mesut bu ani değişikliğin şaşkınlığıyla okulu ve dersleri aksatmaya başlar haliyle. Geceleri en küçük kardeşinin ağlamalarıyla bölük pörçük olan uykusu ve sabahın ayazında kalkarak işe ve oradan da okula gitmesi Mesut için sonunda ikisi arasında seçim yapmaya kadar gider. Ödevlerini yapamamaya ve hatta okula bile gidememeye başlayan Mesut, kararını işte çalışmaktan yana kullanır.
Yönetmenin bizzat yaşadığı gerçek bir olaydan alıntılama senaryolaştırdığı bu hikâye Anadolu’da 90’lı yıllarda sıkça karşılaşılan kürt halkın batıya göçüyle orada adını bile bilmedikleri bir kültürle kaynaşmalarının verdiği mücadeleye eğilmektedir.
Ayakta kalabilme savaşının ve hayatın getirdiklerinin muamma dolu sonuçları küçücük bir insanın büyük rollere soyunması kadar gerçekçidir. Ataerkil toplum yapımızda süregelen bir erkek varlığı özellikle gelenekçi kesimlerde derin bir şekilde etkisini gösterir. Keza sırf bu yüzden okuyamayan ve hayata atılmak zorunda kalan binlerce Mesut Başaran örneği bulunmaktadır.
Orhan İnce’nin samimi ve erdemli anlatımı ile muazzamlaşan bu toplumsal gerçeklik masalı, öyle seviyeli duruşu ve dudak ısırtan oyunculuklarıyla beraber geçen yılın en iyi ve en sinematografik yapıtlarından biri olmayı hak ediyor.

Yönetmeni Orhan İnce ile sinema ve Adem Başaran üzerine konuştuk,


Orhan İnce ve onun sinemaya geçiş macerasından bahseder misiniz?

Diyarbakır doğumluyum. Liseye kadar Diyarbakır'da okudum. Liseden sonra üniversiteyi kazanınca Ankara'ya yerleştim 2. Sınıfta okulu bırakıp tekrar Diyarbakır'a gittim. Evde Sınava hazırlandım fakat olmadı. Sonraki sene okul hayatımı noktalayıp bir yıl kadar şoförlük yaptım. Sonu yok dedim bu işin, bir taraftan da sinema bölümü okumak için tekrar sınava hazırlandım. Bu sefer Marmara Üniversitesi sinema televizyon bölümünü kazandım. Şu an aynı bölümde yüksek lisans yapıyorum

Bir yönetmen olarak Orhan İnce’yi nasıl tarif edersiniz?

En zor soru (gülerek) Babam derdi ki ne iş yaparsan yap en iyisini yapmaya çalış. Ben de film çekiyorum ve o filmin iyi olabilmesi için elimden gelen her şeyi yapıyorum hatta bu konuda bütün sınırları sonuna kadar zorluyorum. Bu yüzden biraz inatçı da sayılırım.


Adem Başaran nasıl ortaya çıktı?

90'lı yıllarda köyleri yakılan, boşaltılan ve zorunlu göçe maruz kalan milyonlarca kürt, hizmet sektöründe geri plan işlerde, hiç bilmedikleri yerlerde yaşamaya ve hiç anlamadıkları işlerde çalışmak zorunda bırakıldılar. Benimde yakın akrabalarımın hepsi o dönem inşaat sektöründe çalıştılar ve halen çalışmaya devam ediyorlar. "Adem Başaran" ise o ailelerden sadece bir tanesinin öyküsü ve bir çocuğun değişen yaşam koşulları karşısında alabora olan hayatını konu alıyor.


Adem Başaran’ın çekimleri nerede ve ne kadar süre zarfında çekildi?

Ekim 2013'te çekimlere başladık.7 çekim günü Toplamda 11 gün sürdü. Filmi Kocaeli Gebze, istanbul Gazi Mahallesi ve Diyarbakır'ın Kulp ilçesi, Ağaçlı köyünde çektik. Zorlu bir çekim ve Uzun bir post süreci oldu.


Adem Başaran’ın başarısı epey bir kitleye kendinden söz ettirdi. Yönetmeni olarak sizin bu konudaki görüşlerinizi duygu ve düşüncelerinizi almak isterim.

Benim için en büyük başarısı bir önceki filmime göre ne yaptığımdır, tek kriterim budur. Sonuçta festivallerin durumu ve yapılan diğer filmlerin durumu bu sonucu da değiştirebilecektir. Filmin festivallerde ilgiyle karşılanması tabi ki mutlu ediyor ve bir sonraki film için işimi daha iyi yapmam gerektiğini öğretiyor ve biraz da korkutuyor açıkçası. Tabi bu başarıda en önemli faktör çalıştığım arkadaşların canı gönülden destekleri ve çabaları. Onlar olmadan bu filmin bu şekilde ortaya çıkması imkânsızdı. Bana inanıp desteklerini sundukları için hepsine teşekkür ediyorum.


Orhan İnce’nin sinemasal çizgisi nedir?

Ben sessiz sakin yaşamayı seven bir adamım. Filmlerim de öyle olsun isterim. Bağıran çağıran filmler değil sakin bir şekilde derdini anlatıp ayakta durabilecek filmler çekip ve sinema dilini bu temeller üzerine kurmak isterim.

En çok sevdiğiniz ve unutamadığınız keza sinema dilinizin ortaya çıkmasında az yada çok etkisi olduğunu düşündüğünüz yapıtlar nelerdir?

Çok film vardır etkilendiğim ama böyle ilk aklıma gelen film olarak ‘’ Umut’’ filmini diyebilirim.

İleride size uzun metrajda da görecek miyiz? Bir sonraki proje ya da projelerinizden bahseder misiniz?

Şu an iki uzun metraj senaryo üzerine çalışıyorum. Muhtemelen biri için son kararı verip ilk uzun metraj filmimi çekeceğim. ‘’Adem Başaran’’ benim için şu anda son kısa filmimdi. Sonra yine güzel kısa bir film olabilecek bir fikir gelirse tabi ki de sonradan kısa çekebilirim.

Türkiye'de yapılan kısa filmciliğin ve sektörün durumunu ve gidişatını yeni bir yönetmen olarak ve işin içinde biri olarak nasıl değerlendiriyorsunuz ?

Kısa filmlerin birçok problemi var. Kısa filmin gösterim olanakları çok az, festivaller dışında bir yerde gösterebilme imkânı yok. Herhangi bir telifi yok. Hakları yok. Bir televizyon kanalında gösterildiğinde ona telif verecekleri yerde neredeyse filmimizi gösteriyorlar diye onlara para vermemiz gerekecek. Kısa filmlerin daha çok desteklenmesi gerekmektedir, teknik olarak daha iyi filmler yapabilmenin önkoşulu verilen desteklerin artırılması.


Bütün bunların dışında söylemek veya eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Hep beraber güzel filmler izlemek dileğiyle…

19 Şubat 2015 Perşembe

FORCE MAJEURE


2014 yılında ilk festival macerasını ve dünya prömiyerini Cannes Film Festivalinde yapan İsveç yapımı ‘Force Majeure’ , ki bizde ‘Turist’ olarak çevrildi, geçtiğimiz yılın en eli yüzü düzgün çalışmalarından biriydi. Avrupa Film Ödüllerine de adaylığı olan bu güçlü anlatım yapısına sahip film Ruben Östlund’un 6. Kurmacası ayrıca. İronik dokunuşlarıyla tanınan yönetmen bu filmde Avrupalı aile yapısındaki çatlaklara ve boşluklara eğiliyor. Eğilirken onları tedavi etmeye hayata kazandırmaya çalışıyor.

Anne, baba ve iki çocuktan oluşan çekirdek bir Avrupalı aile, özellikle babanın işlerinden vakit bulamaması nedeniyle bağlılıklarını tescilleyici ve ailevi değerleri hatırlatan bir tatile giderler. Kış tatili olduğu için de haliyle kayak mekânları gözde durumdadır, hele ki Fransız Alpleri yüksek sosyetenin olmazsa olmazıdır. Film beş ayrı gün ile başlıklandırılmış keza bu gün sayısı ailenin orada kaldığı gün sayısı ile aynıdır. İlk gün kayak kıyafetleriyle mutlu bir aile fotoğrafı çektirilir. Beraber yemek yenir, beraber diş fırçalanır beraber aynı yatağa yatılır. Aynı yatak cümlesi evli ve çocuklu bir aile için her ne kadar normal algılansa da bu aile tek bir büyük yatak üzerinde çoluk çocuk yatıyor ve öyle ki bağlılıkları uyuma tarzlarından bile belli bir göstergede ilerliyor.

Diğer gün terasta yenen güzel bir yemek esnasında dağdan inen beklenmedik ve paniğe yol açan çığ, akabinde birçok şeyi de alıp götürüyor. İlk etapta çığın kontrollü bir olay olduğuna ailesini inandırmak isteyen baba sonrasında ironik bir şekilde botlarını ve cep telefonunu alıp ailesini oracıkta bırakan korkak bir babaya dönüşüyor. Tabi bu durumdan etkilenen eşi ve çocukları bir anlık bu korkunun onlar üzerinde yarattığı simülasyonu üzerinden atlatamaz hale geliyorlar. Gün geçtikçe karısının ona karşı tavırlarında değişmelere yol açan bu olay, gitgide aileyi psikolojik bir çıkmaza sokuyor. Babanın o alışılageldik ağırlığını tamamen paramparça eden bu davranış kadın tarafından kabullenilemez bir hareket olarak nitelendirilirken kişisel anlamda etrafındaki tanıştıkları biri karısından boşanmış 20 yaşında bir başka kadınla takılan bir turist ve sevgilisinin üzerinde de yapıcı eleştirilere yol açıyor.

Kan pompalayamayan bir babanın çıkmazlarını, hasta ruhunun günah çıkartmasını ve parçalanışını izlerken kadının bireysel olarak aile içinde tutucu ve varoluşçu anaç karakter olarak yükselişine tanık oluyoruz. Bir otel içinde geçen aile mahkemesinde mağdur ve suçlunun kendi kendini aklamasına fırsat verilmesini ve bu fırsatı nasıl ve ne şekilde değerlendirememesini ölçümlüyoruz.

Östlund, aile içindeki kaosu bireysel farkındalıkları, anlık korkuları ve bireylerin ilgisizliklerini ayna gibi gerek çocukların tavırlarından gerekse ani dışavurumlardan hissettirmeye çalışıyor. Ayrıca kökeninde modern toplumların içinde yaşayan sıradanlaşan Avrupalı aile kurumlarının tekdüzeleşmesini ve bunu iyi duruma sokmaya çalışmak için her defasında daha da dibe batan kötü senaryonun altını çiziyor.

Otelde tanıştıkları diğer ailelerin de aslında birer yıkım yaşayıp daha sonra oluruna bıraktıkları evlilik hayatlarına da kamerasını çeviren Östlund, gitgide durağanlaşan aile yaşantısının ara sıra temiz kana ihtiyaç duyduğu ancak hala kan kaybeden bir hastalığın pençesinde olduğu gerçeğini de kendi ironik bütünselinde paylaşıyor.


Şimdilerde bile Avrupada sıkça görülen boşanmalar ve ayrı yaşamaların merkezinde yatan ilgisizlik ve duyarsızlık sorunlarının sona getirdiği yapay evlilikler ile onların eskaza meydana getirdiği zavallı ve masum çocuklarını da nasıl zehirlediği ve nasıl ruhsuzlaştırdığı şeklinde yaptığı analizle film gerçek anlamda çığ gibi büyüyen bir hastalığa neşter vuruyor. Bir anlamda ailenin üstüne gelen o çığ, metaforik sancıları ortaya çıkaran bir doğal sendrom gibi filmin can alıcı yerine yerleştiriliyor.

87.Oscar ödüllerinde de İsveç’in temsili en iyi yabancı dilde adayı olan film güçlü teması, sağlam oyunculukları ve dokunduğu noktaları bakımından ilgiyi hak ediyor.

18 Şubat 2015 Çarşamba

BİR MAÇ GÜNLÜĞÜ (DENİZ ÖZDEN)


Geçtiğimiz günlerde Kısakes Uluslararası Film Festivalinden Jüri Özel Ödülü ile Sinematürk seyirci ödülünü evine götüren yapıt 'Bir Maç Günlüğü', toplumsal oturmamışlık ve duyarsızlık konusunu traji-komik bir çerçevede alan geçen senenin adından söz ettiren kısa filmlerindendi.
Gerçekçi sinemanın gölgesinde yapılan 'Bir Maç Günlüğü', maç izleyen ve skora odaklanan bir grup insanın kahvehanede dışarda olup bitenlerden bihaber, maçın coşkun heyecanına kendilerini kaptırmasını hikaye eder.

Ardında dışarda neden ve nasıl olduğunu bilmediğimiz ancak Türkiye'nin bir gerçeği olan eylem hareketi ve içerisinde yer alan halkın gaz bulutuyla püskürtülmesi sessiz bir tiyatro gibi oynanır. İki taraflı bir ironik dışavurumun yaşandığı yapıt, oldukça kısa süresine rağmen uzun ve hatta hep uzun kalacak bir acının kabuğunu kaldırıp hafiften de olsa kanatıyor.

Filmin yönetmen ve senaristi Deniz Özden ile 'Bir Maç Günlüğü' ve genel sinema çizgisi ile ilgili kısa ve samimi bir söyleşi gerçekleştirdik.

SORU: Deniz Özden sinemasını kişisel olarak tarif edebilir misiniz?


Bu soru beni utandırdı çünkü henüz yolun çok başında biriyim.Beni gerçekci sinema çok etkiler. İlk filmimde (Müezzin) bireyin tepkisini anlatan bir film yaptım. İkinci filmim de toplumun tepkisini anlatan bir filmim oldu. Üçüncü kısa filmim de ise bir ailenin tepkisini anlatan bir film olacak. Bunlara bakarak değerlendirirsek tepkiler üzerine ya da durumlar üzerine kurulu bir sinema yapmaya çalışıyorum ama böyle demek ne kadar doğru emin değilim. 

SORU:Deniz Özden’i sinemaya götüren yolculuktan bahseder misiniz ?

Krzysztof Kieslowski'nin Mavi filmi ilk izlediğimde beni çok etkilemiştir.Bir gün Kenan Kılıç  hocam film okuması yapmıştı Mavi filmi hakkında. Bir filmin altında bu kadar çok anlam olabileceği beni daha çok etkilemişti, sonrasında ben de amatör olarak kısa filmler çektim.İlk kısa filmimi Almanya'da Avrupa Gençlik değişim projesi olan ''Get your own picture'' adı altında Levent Arslan'ın desteğiyle gerçekleştirdim.Levent Arslan'ın bana şans vermesi beni Almanya'ya davet etmesi beni çok cesaretlendirdi.Bugün film yapma arzum varsa bu iki güzel insan sayesinde var.

SORU: Bir Maç Günlüğü adlı yapıtınızdan bahsedecek olursak, konu olarak ilk size ateşleyen nokta ne oldu? Yani senaryosal sürece girmeden evvel çıkış noktası nasıl oluştu biraz bahseder misiniz?


Gezi eylemleri sırasında tüm ülke çalkalanıyordu, herkes gibi süreçleri takip ediyorduk basından, televizyondan. Yapılan her haber beni çok şaşırtıyordu.Basın orada olan gerçekleri saklıyordu buna şahit oluyorduk.  Taksim'de yaşanılanlardan haberi olmayan ya da görmek istemeyen insanlar da vardı.Bazıları dünya yansa umurunda değildi. Ali İsmail Korkmaz'ın sokakta dövülerek öldürülmesi, ufacık bir çocuğun ölümü arkasından alçakca şeyler söylenmesi. Yaşanılan travmatik  olaylara karşı insanların duyarsız tavırları bu filmin senaryo oluşumunda büyük rol oynadı.

SORU: Bir Maç Günlüğü bir anlamda gezi olaylarına da sanki şöyle bir dokunup geçiyor. Toplumsal boyutta ülkemiz oldukça yıpratıcı olaylar yaşadı. Yönetmen olarak bu konudaki düşünceleriniz nedir?

Siyasetcilerin, polisin gezi sürecindeki tavrı travma etkisi yarattığına inanıyorum.Bu durum birçok sanatçıyı etkiledi. İnanıyorum ki duyarlı sanatçılar yaşananları sanatlarında yansıtmaya devam edecektir. 

SORU : Bir Maç Günlüğü, yapısal anlamda hangi dinamiklere sahiptir?

Bana göre Bir Maç Günlüğü yapısal anlamda garip ve komik bir şekilde başlayan ve ironik şekilde biten kendi içinde ufak tefek dinamikleri olan bir kısa film. 

SORU : Karakter olarak değil ama aksine tema olarak yükseğe çıkan bir film. Filmde hiç belirli bir karakter yaratma konusu gündeme geldi mi?

Yapım sürecinde düşünmedim böyle bir şey. Ama filmi bitirdikten sonra başrol oyuncumuz üzerine başka filmler düşünmeye başladım.

SORU : Çekimler ne kadar sürdü? Nasıl bir teknik süreç geçirdiniz ?

Sanırım 6 saat civarında bir çekim oldu. Ekip ekipman konusunda birçok insan destek verdiği için güzel geçti.

SORU : Sinemasal yolculuğunda Deniz Özden neler yapacak? İlerideki çalışmalarınız hakkında biraz bahseder misiniz?

Benim kişisel olarak rahatsız olduğum konular var, onların üzerinde çalışıyorum yakın zamanda bir belgesel filmi geliyor.Bir de destek aradığım kısa film projem var o da eğlenceli güzel bir film olacak.

SORU : Ülkemizde geçen yıl bildiniz üzere sinemamızın 100.yılını kutladık. Türk sinemasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce uluslararası arenada gerçekten hak ettiğimiz yerde miyiz?

Türk sinemasını seviyorum güzel filmlerimiz var. Uluslararası film festivallerinden de gayet güzel sonuçlar kazanıyor filmler.Avrupa festivalleri Türk filmlerine değer veriyor.

SORU : Türkiye'de kısa film ile ilgilenenlerin sayısı oldukça fazla. Ancak kısa filme ulusal anlamda yeterli bir yatırım ve desteklenme olmuyor. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?

Sinema en pahalı sanatlardan bir tanesidir.Türkiye'de kısa filme destek neredeyse yok. Destek veren kurumlarda sansür uyguluyor.Hal böyle olunca ortaya çok avam filmler çıkıyor. Türk sinemasının en büyük problemi sansürdür. Türkiye'de sanata sanatçıya destek veren kişilere buradan seslenelim. Bağımsız film yapanların bu alanda ciddi yardıma ihtiyaçları var!