Sinemamızın 100.yılını kutlama şerefine eriştiğimiz ve Türk sinemasının
altın çağı olarak nitelendirebileceğimiz 2014 yılının akıllarda kalan, altın
palmiyeli filmi ‘Kış Uykusu’nu belki de izleyecek en güzel dönem şimdi
diyebilirim. Hem havaların soğuk ve yağmurlu hem de gökyüzünün gri bir
pastellikle kaplı olduğu bu tablo gibi dönemde bu filmi izlemek ayrı bir tat
bırakıyor.
Nuri Bilge Ceylan, Anadolunun saf ve derin hikayelerini bıçkı fabrikasından
ince eleyip sık dokuyarak çıkartmaya devam ederken bu kez yine Anadolunun
göbeğinde farklı sınıflarda iki ayrı insan grubunun yaşadığı cehennemi, iyiliği
ve kötülüğü yer yer Shakespeare monologlarıyla yer yer Bergman ekliptikleriyle
bezeyerek saf bir Çehovyen balad haline
getirdiği bir Anadolu masalı sunuyor bizlere.
Hani hayvanların kan dolaşımlarının yavaş yavaş azaldığı ve derin bir
uykuya yattıkları o mahrem kış yok mu, işte Aydın karakteri de o topraklarda
uykuya yatmış birçok kez bozguna uğramış üst sınıfın yegane temsilcisi
konumunda ağırlığını veriyor. Cemiyetten gelme Aydın, lüks bir yaşantının
cıvıltılı sahnesinden çıkıp artık o diyalektikten uzak kendini ücra bir Anadolu
kentine atmış ve orada sessiz imparatorluğunu kurmuştur. İmparatorluğuna sadece
kendisini bir türlü sevemeyen yaşça genç karısı ve kocasından boşandığı için
kendini bilinmedik bir derinliğe mahkum eden kız kardeşini de dahil etmiştir.
Aydın’ın ürkek, olaylara karşı savunmasız, kendini tatmin eden tavırcı ve
narsist yanı etrafında sevilmeyen bir karakter olmasına yol açarken, başta en
yakınları olmak üzere kentin alt tabaka diye adlandırdığımız avam kısmının da
sessiz birer öfkesini kazanmıştır. Yıllarca sahnede rol yaparak sanatın içinde
yaşamış olan Aydın, ne iyi bir sanatçı ne iyi bir kardeş ne de iyi bir eş
olabilmiştir. Kaybeden kimliğini derinlerde saklayıp üstünü kocaman ve kalın
bir ego ve gurur yorganıyla örtmüş ve yatağına kimseyi almamış özünde yapayalnız
bir insandır Aydın.
Küçük ve adı bile bilinmeyen bir dergi için merkezinde tam olarak bilgi
sahibi bile olmadığı konulardan makaleler yazarak belirli bir okuyucu
kitlesiyle kendini kandıran zavallı bir asalak gibi yaşayan Aydın’ın karanlık
psikolojisine ilk arabasının camına atılan masum bir elin tuttuğu bir taş
parçası ile adım atarız. Akabinde takip eden lezzetli bir kurguyla, Aydın’ın
tabiri caizse zombileştirdiği insanları tek tek tanımaya başlarız. Taşı atan
çocuğun babasının durumuna üzülüp gurur yapan küçük bir okul çocuğu
olduğunu, onun yüzünden ayrıldığı ve
zehirlediği kız kardeşini, tavırları ve sahte sevecenliğiyle yabancılaştırdığı
karısını , binemediği atı, gidemediği yolu, öldürmeyi bile beceremediği tavşanı
görürüz Ceylan’ın kadrajında.
Bergman’ın o sivri ve bitmek bilmeyen mücadeleci ve eleştirel tartışma
diyaloglarını dinlerken adeta uzunluğuna bile bakmaksızın meseleye dalıp
çözümsele inmeye çalıştıran tiratları tıpkı yer yer yakıp kavuran yer yer
sığınmacı Platon örgüleriyle buluşturan lezzetli ve dingin bir tat alıyorsunuz.
Hani Wild Strawberries - Yaban Çilekleri (1957) filminde yaşlı ve huysuz
profesör Isak Borg’un bir gece rüyasında kendini ölmüş olarak gördüğü yüzü
olmayan varlıkların dolaştığı Arnavut kaldırımlı bir mekanda artık hayatın ona
ölümden başka bir şey sunmayacağı mektubunu attığı o muazzam sahne Aydın da
uzaklaşmak için çıkmaya çalıştığı ancak önüne çıkan engellerden dolayı bir
türlü çıkamadığı o meşhur İstanbul yolculuğuna gidemediğini karısına bile
söyleyemediği o suç işlemiş çocuksu tavırları onu bir anlamda yarattığı kendi
cehenneminden iki adım öteye bile gidemeyecek kadar yaşlanmış ve yorgun bir
vücut haline getirdiği gerçeğiyle bire bir örtüşüyor.
Yine Anadolu’nun mesken olduğu yalnız insanlar ekibinden bu kez para
zengini ama sevgi fakiri bir şehir adamının Anadolu’daki hemzemin yalnızlığını
fırça darbeleriyle derinleştiren Ceylan, yağan karın senfonik materyalini de
iyi kullanmış. Koskoca donuk ve soğuk bir otelin içini bile ısıtamayan bir
yoğunluğa sahip Aydın’ın karakteri ve durumsallığı öyle tek taraflı değil de
katmanlaşmış ve betonerme bir zemine eklenmiş adeta. Çocukluğundan gelen
yalnızlığı ve hep benciliği Aydın’ı sevilmemiş bir çocuğun sevmeye hakkı
olmayan veya sevmeyi beceremeyen toplumun içinde sarpalanan bir hilkat garibesi
motifi çizerken etrafındaki semiz kişilikleri de kendi karanlığına
sürüklemekten öte gidememiş.
Haluk Bilginer ustanın hayat verdiği Aydın, defalarca oturup üzerine
konuşulacak ve bizim toplumda sık sık örneğine rastladığımız cinsten bir
karakter. Oyunculukların ne kadar zirvede durdukları konusunda hiç yorum
yapmaya bile gerek yok. Filmin tek negatif eleştirebileceğim noktası diyalog ve
monologların müthiş uzamalarıyla görselliğin büyük bir kısmının tiyatrala
kayması. Zira yönetmenin Kasaba ve Uzak gibi sessiz türkülerini dinlerken ve ortada kalan boşlukları daha rasyonel doldurabiliyorken şimdi bize bu şansı
bırakmıyor Ceylan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder