14 Şubat 2015 Cumartesi

KIŞ UYKUSU

Sinemamızın 100.yılını kutlama şerefine eriştiğimiz ve Türk sinemasının altın çağı olarak nitelendirebileceğimiz 2014 yılının akıllarda kalan, altın palmiyeli filmi ‘Kış Uykusu’nu belki de izleyecek en güzel dönem şimdi diyebilirim. Hem havaların soğuk ve yağmurlu hem de gökyüzünün gri bir pastellikle kaplı olduğu bu tablo gibi dönemde bu filmi izlemek ayrı bir tat bırakıyor.

Nuri Bilge Ceylan, Anadolunun saf ve derin hikayelerini bıçkı fabrikasından ince eleyip sık dokuyarak çıkartmaya devam ederken bu kez yine Anadolunun göbeğinde farklı sınıflarda iki ayrı insan grubunun yaşadığı cehennemi, iyiliği ve kötülüğü yer yer Shakespeare monologlarıyla yer yer Bergman ekliptikleriyle bezeyerek saf bir Çehovyen balad haline  getirdiği bir Anadolu masalı sunuyor bizlere.

Hani hayvanların kan dolaşımlarının yavaş yavaş azaldığı ve derin bir uykuya yattıkları o mahrem kış yok mu, işte Aydın karakteri de o topraklarda uykuya yatmış birçok kez bozguna uğramış üst sınıfın yegane temsilcisi konumunda ağırlığını veriyor. Cemiyetten gelme Aydın, lüks bir yaşantının cıvıltılı sahnesinden çıkıp artık o diyalektikten uzak kendini ücra bir Anadolu kentine atmış ve orada sessiz imparatorluğunu kurmuştur. İmparatorluğuna sadece kendisini bir türlü sevemeyen yaşça genç karısı ve kocasından boşandığı için kendini bilinmedik bir derinliğe mahkum eden kız kardeşini de dahil etmiştir.

Aydın’ın ürkek, olaylara karşı savunmasız, kendini tatmin eden tavırcı ve narsist yanı etrafında sevilmeyen bir karakter olmasına yol açarken, başta en yakınları olmak üzere kentin alt tabaka diye adlandırdığımız avam kısmının da sessiz birer öfkesini kazanmıştır. Yıllarca sahnede rol yaparak sanatın içinde yaşamış olan Aydın, ne iyi bir sanatçı ne iyi bir kardeş ne de iyi bir eş olabilmiştir. Kaybeden kimliğini derinlerde saklayıp üstünü kocaman ve kalın bir ego ve gurur yorganıyla örtmüş ve yatağına kimseyi almamış özünde yapayalnız bir insandır Aydın.

Küçük ve adı bile bilinmeyen bir dergi için merkezinde tam olarak bilgi sahibi bile olmadığı konulardan makaleler yazarak belirli bir okuyucu kitlesiyle kendini kandıran zavallı bir asalak gibi yaşayan Aydın’ın karanlık psikolojisine ilk arabasının camına atılan masum bir elin tuttuğu bir taş parçası ile adım atarız. Akabinde takip eden lezzetli bir kurguyla, Aydın’ın tabiri caizse zombileştirdiği insanları tek tek tanımaya başlarız. Taşı atan çocuğun babasının durumuna üzülüp gurur yapan küçük bir okul çocuğu olduğunu,  onun yüzünden ayrıldığı ve zehirlediği kız kardeşini, tavırları ve sahte sevecenliğiyle yabancılaştırdığı karısını , binemediği atı, gidemediği yolu, öldürmeyi bile beceremediği tavşanı görürüz Ceylan’ın kadrajında.

Bergman’ın o sivri ve bitmek bilmeyen mücadeleci ve eleştirel tartışma diyaloglarını dinlerken adeta uzunluğuna bile bakmaksızın meseleye dalıp çözümsele inmeye çalıştıran tiratları tıpkı yer yer yakıp kavuran yer yer sığınmacı Platon örgüleriyle buluşturan lezzetli ve dingin bir tat alıyorsunuz. Hani Wild Strawberries - Yaban Çilekleri (1957) filminde yaşlı ve huysuz profesör Isak Borg’un bir gece rüyasında kendini ölmüş olarak gördüğü yüzü olmayan varlıkların dolaştığı Arnavut kaldırımlı bir mekanda artık hayatın ona ölümden başka bir şey sunmayacağı mektubunu attığı o muazzam sahne Aydın da uzaklaşmak için çıkmaya çalıştığı ancak önüne çıkan engellerden dolayı bir türlü çıkamadığı o meşhur İstanbul yolculuğuna gidemediğini karısına bile söyleyemediği o suç işlemiş çocuksu tavırları onu bir anlamda yarattığı kendi cehenneminden iki adım öteye bile gidemeyecek kadar yaşlanmış ve yorgun bir vücut haline getirdiği gerçeğiyle bire bir örtüşüyor.

Yine Anadolu’nun mesken olduğu yalnız insanlar ekibinden bu kez para zengini ama sevgi fakiri bir şehir adamının Anadolu’daki hemzemin yalnızlığını fırça darbeleriyle derinleştiren Ceylan, yağan karın senfonik materyalini de iyi kullanmış. Koskoca donuk ve soğuk bir otelin içini bile ısıtamayan bir yoğunluğa sahip Aydın’ın karakteri ve durumsallığı öyle tek taraflı değil de katmanlaşmış ve betonerme bir zemine eklenmiş adeta. Çocukluğundan gelen yalnızlığı ve hep benciliği Aydın’ı sevilmemiş bir çocuğun sevmeye hakkı olmayan veya sevmeyi beceremeyen toplumun içinde sarpalanan bir hilkat garibesi motifi çizerken etrafındaki semiz kişilikleri de kendi karanlığına sürüklemekten öte gidememiş.

Haluk Bilginer ustanın hayat verdiği Aydın, defalarca oturup üzerine konuşulacak ve bizim toplumda sık sık örneğine rastladığımız cinsten bir karakter. Oyunculukların ne kadar zirvede durdukları konusunda hiç yorum yapmaya bile gerek yok. Filmin tek negatif eleştirebileceğim noktası diyalog ve monologların müthiş uzamalarıyla görselliğin büyük bir kısmının tiyatrala kayması. Zira yönetmenin Kasaba ve Uzak gibi sessiz türkülerini dinlerken ve ortada kalan boşlukları daha rasyonel doldurabiliyorken şimdi bize bu şansı bırakmıyor Ceylan.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder